1 Kasım 2016 Salı

Gezi Stajı: İtalya

1.gün  (20.08.16)

Akşamüstüne doğru Venedik'e vardık. Venedik'e doğru bir deniz yolu yapmışlar, kazıkların arasından tekneyle gidiyorsunuz. Çünkü geri kalanı hep bataklık. Venedik aslında büyüklü küçüklü birçok adadan oluşuyor, daha tekneyle giderken izlemeye başladık güzel şehri. İlk günün de verdiği heyecanla gözümün değdiği her yere hayran kalıyorum. İhsan Bilgin'in dersinde defalarca duyduğum ve gördüğüm Dükler Sarayı'nı bu kez kendi gözlerimle görüyorum. Çan Kulesi'nin yanında, Dükler Sarayı'nın tam karşısında, San Marco Meydanı'nın ortasında kendimi ufacık hissetmek için bile can atıyorum.







Venedik'e indiğimizde sürekli köprülerin üzerinden geçerken, caddelerinin ve ara sokaklarının kanallardan oluştuğuna tekrar tekrar şaşırırken buluyorum kendimi.





San Marco Meydanı'ndayız.
Arkadaşıma meydanların üç ögeyi içerdiğinden bahsediyorum: Dini, Siyasi ve Ticari.
Meydanda arkadlarla çevrilisiniz. The Procuratie denilen, 3 binanın birleşmesi ile oluşan görkemli yapı... Her bir bina farklı bir zamanda ve üslupta yapılmış. Zemin katındaki restaurantlardan gelen canlı keman sesine çan sesi de eşlik edince kendinizi Ortaçağ'da hissediyorsunuz.




San Marco Bazilikası

Dükler Sarayı

Venedik'e kadar gelip gondola binmeden, o 'ara sokaklarda' gezinmeden olmaz. Yaklaşık yarım saat sürüyor tur, evlerin kanala açılan kapılarını görmek insanı gülümsetiyor. Gezmek için mükemmel ama burada yaşadığını düşünmek de insanı biraz ürkütüyor.





Gondoldan sonra Venedik'in meşhur dar sokaklarında geziniyoruz. Hafif rutubetli havası, insan kalabalığı, göz alan dükkanlar, maskelerle dolu vitrinler... Hava karardıkça güzelleşiyor sanki şehir.




Son olarak Rialto Köprüsü'nü görmeye gidiyoruz. Aklıma hayali aklın örneklerinden, Venedikli ressam Canaletto geldi. Rialto Köprüsü'nün yanına olmadık binalar konduruyormuş resimlerinde. İnsan gerçekten de burada bir dünya şey hayal edebilir.


Canaletto'nun, Rialto Köprüsü'nün yanına, aslında orada bulunmayan
(Vicenza'da bulunan)
Basilica Palladiana'yı kondurduğu resmi. Hayali akıl.

Sanki biri Venedik'e 2016 yılında olduğumuzu söylemeyi unutmuş gibi. Zamanda yolculuğumuz da havanın kararmasıyla ve otele dönmemizle birlikte maalesef bitiyor.


2.gün (21.08.16)

Güne Como Gölü ziyaretiyle başlıyoruz. Gölün kıyısında yürüyüş yapıp, manzaranın keyfini çıkardık. Doğanın güzelliği birçok şeyden daha etkileyici olabiliyor.



Madonna, George Clooney, Gianni Versace, Ronaldinho gibi ünlüler de fazla etkilenmiş olacaklar ki, burada kendilerine villalar yaptırmışlar.


Como kasabasının da meydanını gezip, gotik katedralinin görkeminden bir yudum etkilendikten sonra rotamızı bu kez İtalya'nın dışına çevirdik. Hemen Como'daki gümrükten İsviçre'ye geçiyoruz. Bu kez de Lugano Gölü'nün güzelliğinden etkileneceğiz gibi duruyor.



İsviçre'nin Lugano şehrindeki Paradiso'ya gidiyoruz. Burada çoğunlukla İtalyanca konuşuluyor, tabelaların bile çoğu İtalyanca. Paradiso ise tahmin edilebileceği gibi cennet gibi bir yer.


İsviçre yaşam kalitesinin yüksek olduğu bir ülke, pazar gününe denk gelen ziyaretimizde çoğu alışveriş mağazası kapalıydı diyebilirim. Buradaki vaktimizi Lugano Gölü'nün kıyısında ve kocaman bir parkta geçirdik. Park kültürü diye bir şey var gerçekten de, Türkiye'de bu şekilde vakit geçirebileceğimiz şehrin içindeki park sayısı çok çok az. Şehirde gezerken ciğerlerinize temiz havanın nasıl dolduğunu hissedebiliyorsunuz. Cennet gibi bir yer olduğunu söylemiştim.





İtalya'ya geri dönüp modanın başkenti Milano'yu gezmeye gidiyoruz.

Duomo Meydanı'ndayız.
İtalya'nın en büyük gotik üsluptaki katedrali Duomo di Milano karşımızda. Aynı zamanda Avrupa'nın 4. büyük katedrali. Gözünüzle bir bakışta tüm yapıyı görmek imkansız gibi. Fotoğraflarda gördüğümüzden çok çok daha devasa ve görkemli, o yükselme arzusunu retinanıza kadar hissediyorsunuz. Yapımı 500 yıl sürmüş, bu yüzden başlangıçta Romanesk planlanıp Gotik üsluba dönen ve en sonunda da Neo-Gotik ile biten bir hikayesi var diyebiliriz. Üzerinde binlerce heykel var desem abarttığımı düşünürsünüz ama abartmıyorum.


Galleria Vittorio Emanuele II, dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden. Şu anda da lüks markaların mağazaları var. Burası cam ve demirin bu şekilde tavan yapımında kullanıldığı ilk örnek. 4 koridordan oluşuyor ve kesişimlerinde bir kubbe var. Cam kubbenin tam altında, yere boğa figürlü mozaik işlenmiş. Kendi etrafınızda 3 kez döndüğünüzde dileğinizin kabul olacağına inanılıyor.



Bugünü de dünyanın en büyük tiyatro salonlarından La Scala'ya göz kırpıp, Milano'dan ayrılarak bitiriyoruz.


3.gün (22.08.16)

Bugün için çok farklı bir heyecanım var, çünkü gideceğimiz kenti defalarca kez hayalimde canlandırdım ve hayal ettiğim gibi bir yer mi, meraktan ölüyorum.

Floransa'dayız. İlk izlenimim: evet hayal ettiğim gibi bir yerdeyim. Yine tarihte bir yolculuğa çıkacağız gibi hissediyorum ve sabırsızlanıyorum Leonardo da Vinci'nin, Michelangelo'nun dolaştığı sokaklarında dolaşmak için.


İlk olarak Brunelleschi'nin kubbesini ziyaret etmek istedim, yani Floransa Katedrali'ni. İtalyanlar, Basilica di Santa Maria del Fiore diyor. Bu görkemli katedrale son dokunuş üstünü örten kubbe oluyor ve bu kubbe ile birlikte Rönesans'ın en önemli ürünlerinden birine ve ilk örneğine de imza atılmış oluyor. 42 metre gibi bir açıklık örtülmüş. Etrafında dört dönüyorum, en iyi nereden görülüyorsa oradan görmek istiyorum.


Aslında bazilikanın ilginç ve bir o kadar da güzel yanlarından biri farklı üslupları üzerinden okuyabiliyor olmak. Genel pencereden baktığınızda karşınızda Gotik bir yapı var, fakat az önce de bahsettiğim gibi Rönesans temsili bir kubbesi var. Mermerleri size Romanesk'i anımsatıyor. Karşısına geçip her detayını düşündürtüyor size Floransa Katedrali, ince ince işlenmiş. Yanındaki çan kulesi ise Giotto'nun şaheseri.




Güzel bir caddeden geçip Signoria Meydanı'na varıyoruz. Burası senyörler meydanı, yönetimin merkezi. Ben buraya Heykeller Meydanı ismini takmak istiyorum; o kadar çok heykel var ki, hepsi de farklı bir konuyu temsil ediyor. En önemlilerinden biri tabi ki meydanın ortasındaki Neptün heykeli.


Neptün heykeli

Loggia'da ise farklı farklı heykeller yan yana sergileniyor adeta, kimisi ilk yapıldığında da oradaymış gerçekten. En dikkat çekenlerinden bahsetmem gerekirse; kesinlikle ilki: Medusa'nın kesilmiş kafasını elinde tutan Perseus heykeli! Zaferin etkileyiciliğinin yanında, yenilginin ağırlığını da hissedip ezildiğim bir hikayesi var heykelin. Neler hissetmeniz gerektiğine karar veremiyorsunuz. Rape of the Sabine Women heykeli ise yine başka bir hikayeye sahip: Romalılar güzel nesillere sahip olmak için Sabin halkına saldırıp kadınlarını kaçırıyorlar ve onlarla evleniyorlar.

Perseus heykeli

Rape of the Sabine Women heykeli

Medici ailesinin sarayı olan Vecchio Sarayı bu meydanda. Neden yönetim merkezi olduğunu da anlıyoruz buradan. Ayrıca diğer saraylarından (Pitti Sarayı, şu an müze olarak kullanılıyor) buraya geçen, halka karışmamak için üstten giden bir geçit yapmışlar: Vasari Koridoru.


Sarayın önünde, Michelangelo'nun meşhur heykeli David'in bir replikası var. Orijinali Accademia Müzesi'nde sergileniyor.


Son olarak Ponte Vecchio'ya (Vecchio Köprüsü) uğruyoruz. Burası kuyumcuların olduğu bir çarşı aslında. İlginç tarafı ise, dükkanların kendilerini dışa doğru büyütmüş olmaları. Mimari detay çözümleri görmek beni mutlu ediyor. Az önce bahsettiğim Vasari Koridoru da bu köprüden geçiyor. Burayı anlamak için içerisinden değil de dışarısından bakmak gerek.





Kendimizi birer Medici gibi hissederek Floransa'dan ayrılıyoruz.


4.gün (23.08.16)

İtalyan Rivierası'nı keşfetme günü!
Bugün tatilci turist olacağız galiba biraz, çünkü Portofino'ya gideceğiz.
Önce Santa Margherita'ya yani Portofino'ya çok yakın bir sahil kasabasına uğruyoruz. Buraya nasıl geldiğimizden de bahsetmek istiyorum: dağların içerisinden tüneller açmışlar ve sahil kasabalarını bu şekilde bağlamayı tercih edip, kıyıları da bir güzel korumuşlar.




Burası öncelikle bir Ceneviz kenti olduğu için, buradaki oteller de Cenevizlilerin saraylarından, görkemli yapılarından dönüştürülmüş. Zaten İtalya'nın tatil yapmak için en turistik, en meşhur ve en pahalı yerleri buralar.


Buradaki yapılara özel Liguri evleri deniyormuş. Nedir bu? derseniz; evlerin cephelerine üç boyutlu resimler çiziyorlar. Cephelerde gördüğünüz hiçbir kabartma, aslında gerçek değil. Buraya çok güzel bir doku kazandırmışlar bu şekilde.



Christoph Colomb, İtalya'da Cenova liman kentinde dünyaya gelmiş bir kaşif olduğu için meydanda büyükçe bir heykeli var.


Vapurla Portofino'ya geçiyoruz. Ortaçağ'daki görüntüsü birebir korunmuş neredeyse. Zaten yeni binalar da yapılmıyor. Şarkılara neden konu olduğunu anlıyorsunuz tepesine çıkıp manzaraya baktığınızda.




Sokaklarında gezinip, Santa Margherita'ya geri dönüyoruz. Oradan da yolumuz: Pisa'ya.

Pisa'ya geldiğimde biraz şaşırdım diyebilirim. Beklentimin ne olduğunu tam olarak tanımlayamasam da, gerçeği gibi olmadığını biliyorum. Belki de daha şaşalı bir kent bekliyordum. Pisa, sadeliği ve mütevazılığı ile beni şaşırtmış olabilir.


Meşhur mu meşhur Pisa Kulesi'nin bulunduğu meydana Mucizeler Meydanı deniliyor. Hepimiz eğik olan tek yapının Pisa Kulesi olduğunu zannediyorduk ya, öyle değilmiş! Meğer bu meydanda bulunan Pisa Katedrali de, Vaftizhane de eğiklermiş. Fakat yapısal özelliklerinden dolayı bu eğikliği en iyi vurgulayan, çan kulesi olduğu için Pisa Kulesi bu şekilde ünlenmiş. Aslında tipik bir meydanın, tipik bir katedralinin çan kulesi olarak başlıyor öyküsüne Pisa Kulesi. Bulundukları meydanın zemininin yumuşak yapısından dolayı, tüm yapılar güneye eğilmeye başlıyor. Kule, 56 metre yüksekliğinde ve şu an 5.5 derece eğik.


Biz de kuleyi yıkılmaktan kurtaran o pozları verdikten sonra, günümüzü sonlandırıyoruz.


5.gün (24.08.16)

Roma, Roma, Roma.
İtalya'daki kalan 3 günümde sadece bu şehri keşfedeceğim. Colosseum'dan Pantheon'a nasıl gidilir tarif edebilecek kadar bilmek istiyorum burayı.

Roma'da ilk olarak, bir Yahudi mahallesinden geçerek Piazza Venezia'da (Venedik Meydanı) bulduk kendimizi. Bence nereden başlarsanız başlayın, yolunuz bir şekilde bu meydana çıkar. (3 günlük tecrübeye dayanarak...) Çünkü ulaşım açısından da, Roma'da görülecek yerlere olan konumu açısından da bayağı merkezi ve kilit bir nokta. Kaybolduğunuzu düşündüğünüzde ve burayı bulduğunuzda kendinizi artık kaybolmuş hissetmiyorsunuz. Çok ilginç bir his olduğunu düşünüyorum bunun, insana tanıdıklık hissi veren bir meydan.




Piazza Venezia

Piazza Venezia

Meydanda bembeyaz mermerden kocaman bir anıt var: Vittorio Emanuele II Anıtı. Bölünmüş durumda olan İtalya'yı birleştiren krala adanmış. Bu anıtı, Roma'yı panoramik olarak izleyebileceğiniz her noktadan da görebilirsiniz.



Palazzo Venezia ise İtalya birleşene kadar Venedik Büyükelçiliği'ymiş. Mussolini, II. Dünya Savaşı'na girdiklerini bu sarayın balkonundan açıklamış, bu nedenle ayrı bir tarihi öneme de sahip.



Roma'da ikinci durağımız: Fontana di Trevi, yani Aşk Çeşmesi.
Çeşme, beni büyüklüğüyle çok etkiledi. Karşımda 3 katlı bina kadar büyük bir yapı var ve kendisi bir çeşme! İsminin Trevi olmasının sebebi ise, 3 yolun kesişim noktasında bulunması ve aynı zamanda 3 farklı yeraltı su yolunun burada toplanması.





İspanyol Meydanı'ndayız.
Meydan ismini, buradaki elçilik binasından alıyor.
Meşhur İspanyol merdivenleri de adını buradan alıp, İspanyol meydanı ile Trinita dei Monti Kilisesi'ni birbirine bağlıyor. Aslında rampa yapılamayan, fakat merdivenle de geçilemeyen kot farklarında bu şekilde geniş geniş basamaklar yapıyorlar çoğu yerde de, fakat burası planından dolayı veya insana yaşattığı ruh halinden dolayı ünlenmiş diye düşünüyorum. Roma'daki bu kot farkı diğer yerlerde yokuş sokaklar ile aşılıyor ancak. Aşk Çeşmesi'nin tadilattan çıkmasının hemen ardından İspanyol merdivenlerini tadilata sokmuşlar, o yüzden maalesef o dolambaçlı basamaklarında adımlarımı atamadım. O basamaklarda kaç sanatçının, yazarın, mimarın dolaşmış olabileceğinin hayalini kurabildim ancak bomboş merdivene bakarken. Fakat önündeki çeşmenin mermerlerinde otururken bile yaşadığım dinginliği düşününce, çok şey kaçırdığımı düşünüyorum.





Tekrar derslerde sıkça duyduğum ve sonunda bir parçası olabileceğim bir yerdeyiz: Popolo Meydanı.
Fakat o da ne? Şanssızlık burada da peşimi bırakmadı ve meşhur ikiz kiliselerden bir tanesini tadilatta yakaladım. Mecbur tek bir tanesiyle yetinip, ikincisini yine hayal gücüme bırakıyorum; ama kendimi kesinlikle Popolo Meydanı'na gelmiş kabul etmiyorum.



Hayal kırıklıklarımızı unutmak için kendimizi Via del Corso'nun kalabalığına bırakıyoruz ve Roma'daki ilk günümüzü bitiriyoruz.


6.gün (25.08.16)

Bugünü Vatikan'a ayırdık.
Papa bu yılı kutsal yıl ilan etmiş, bu yüzden daha önce kapalı olan birkaç yer de gezime açılmış.
Görkemli müzelerini, bahçesini, San Pietro Bazilikası'nı gezmek için saatlerimizi vermeye hazırız. (tabi bilet sırası için de...)




Müzeleri gezerken, çoğu zaman sergilenenlerden daha çok müzenin kendisini izlemeye kapıldım. Özellikle tavanlarının görkemi, yukarı baka baka yürütüyor insanı. Kafanızı indirdiğinizde bir Rönesans tablosuyla çarpılıyorsunuz. Öyle çerçevelerde de değil, bizzat duvarda. Hiç olmadı, bir heykelle göz göze geliyorsunuz. Halılara işlenmiş dönem haritalarında kayboluyorsunuz sonra. Gözlerim Raffaello'nun eserlerini görüyor bizzat. Vatikan'da geçirdiğim her saat hayranlık doluydu.







Müzelerini gezdikten sonra, San Pietro Bazilikası'na geldik. Meydanda bilmediğim bir etkinlik için hazırlık vardı, bu yüzden müthiş meydanının tadını çıkarmamıza biraz gölge düştü. Yine de, ne olursa olsun, merkezindeki obeliskin yanında yer edindiğimde elips meydanın beni çekimine almasına hiçbir şey gölge düşüremezdi. Kolonatlar serisinin bazilikayı nasıl kucakladığını görmemi engelleyemezdi. Odak noktamı şaşırıp, sağa sola mı gitsem yoksa bazilikaya mı koşsam diyen iç sesimi susturamazdı. Yine derste gördüğüm bir slaytın içindeyim, belki de duyduklarımı ancak şimdi anlayabiliyorum.










Günümüzü sonlandırmadan önce, Roma'yı ve meşhur köprülerini bir de hava kararınca görmek istedik.
Sant'Angelo Kalesi'nden (Melekler Kalesi) ve hemen önündeki Sant'Angelo Köprüsü'nden başladık ve nehrin yanından yürüyerek her birini seyrettik.




Roma'da bir günü daha böylece bitirdik.


7.gün (26.08.16) 

Bugün, mimarlık öğrencisi sıfatı ile en heyecanlandığım gün:
Colosseum'a ve Pantheon'a gideceğiz.

Colosseo, Colosseum, Kolezyum, artık kim nasıl demek isterse, ordayım.
Asıl ismi; Flavium amfitiyatrosu. Flavium hanedanlığının zamanında yapılmış. Colosseum nerden çıktı o zaman derseniz, girişteki heykelden geliyor.


Colosseum, gladyatör dövüşlerinin düzenlendiği bir arena. Tabi ki birtakım dramalar da oynanıyordu. MS 72 yılında Vespasianus tarafından yapılmaya başlanıyor ve 8 yıl sonra bitiriliyor. 
21.yy'dayken kendini 1.yy'da yapılmış bir yerde bulmak çok etkileyici.


Romalıların müthiş kemer ve tonozlarıyla ayakta duruyor yapı. Peki bu sütunlar nedir? Onlardan da vazgeçememişler ve cepheye süs olarak eklemişler. Hiçbir taşıyıcı özellikleri yok. Dorik, İyonik ve Korint olarak sıralanıyorlar aşağıdan yukarıya.


Colosseum her zaman, şu anki gibi insanlığın gözdesi olmamış tarihte. Kimi zaman yıkılmış, kimi zaman evsizlerin barkı olmuş, kimi zamansa sahip çıkan tek bir aile varmış.

Belki de bu kadar çok zarar görmezdi diye üzülüyorum. Çünkü bir saat kadar sıra bekledikten sonra kavuştum ve sonunda içerisindeyim: Hikayesini gözlerimle görüyorum. Sahne hiç yok. Çoğu tribün yok olmuş maalesef. Tribünleri en yukarıdakinin dahi görebilmesi için 37.5 derece yapmışlar aslında. En yukarıda köleler ile başlayıp; aşağı doğru özgür bırakılanlar, halk, senatörler ve imparator locası olarak devam ediyor. Girişte bilet sistemi kullanılıyormuş. Roma aşırı sıcak olduğu için, çatısına açılıp/kapanır sistem dahi eklenmiş.





Sahne yok olduğu için altındaki gizli tünelleri ve o yeraltı kompleksini görebiliyorsunuz. Bir asansör sistemi ile, hayvanları vs sahneye çıkartıyorlarmış. Aşağıda, dövüşçülerin beklediği bir kulis alanı var.



Colosseum'un hemen karşısındaki Roma forumuna geçtik.




Sıra geldi Pantheon'a!
Daha ara sokaktan gözüme ilk çarptığı anda hayran kaldım. Devasalığı, yalın ve saf duruşu, tarihi ilk bakışta geçiriyor karşısındakine.


Antik Roma'nın tüm tanrılarına adanmış bir tapınak!




Önündeki sütun dizisi ve üçgen alınlık ile tapınaklığın en saf halinde belki, fakat üstü delik kubbesi? Romalılara hayran kalmamak imkansız:
-Kubbe yukarı çıktıkça inceliyor.
-Yığma taştan değil, betondan yapılmış.
-Kafesleme tekniği ile hafifletilmiş.
-Tepesinde boşluk bırakılmış. (Oculus denir.)
-Kubbeyi taşıyacak duvarların kalınlığını ve hantallığını önlemek için nişler yapılmış.
-Delikten girecek olan yağmur suları için zemindeki mermerde boşluklar açılmış ve drenaj sistemi yapılmış.
...
Saydıkça tekrar tekrar hayran kalıyorum. Antik çağda böyle bir kubbe yapılıyor!
Pantheon: Bir inşa mucizesi.



Gondolla başlayan İtalya maceram, Pantheon'un kubbesinden süzen ışıkla sona eriyor.